Sitemize Katkıda Bulunun

Merhaba, Sitemize yazılarıyla katkıda bulunmak isteyenler, bize bilgi@saksafonname.com e-posta adresinden ulaşabilirler. Teşekkür ederiz.

İlhan Erşahin ile Söyleşi

Bazen bir plak duyuyorsun bir fikir geliyor, bazen müzik çalıyoruz sahnede tam o zaman fikir geliyor. Ama genelde sabahları kalktığın zaman piyanonun önünde oturuyorsun, bir şeye basıyorsun, o başka bir şey oluyor. Ondan sonra genelde bu hangi duygu olabilir diye düşünüyorsun...

16 yaşında müziğe başlıyorsunuz,  birçok sanatçı aslında daha erken yaşlarda müziğe başlıyor. Müziğinizde bunu bir eksiklik olarak hissettiniz mi ya da bunu telafi etmek için bir çabanız oldu mu?

Aslında daha genç olduğum zamanlarda bazen hissettim bunun eksikliğini, çok daha bilgili olan insanlar vardı tabii ki yeni başladığımda, hem de ben 16 yaşında direkt çalmaya başladım, ama yine de  19-20’li yaşlara kadar çok fazla ciddiye almadım sanki.

Yani bu günleri düşünmediniz, hayal etmediniz diyebilir miyiz? 

Evet  öyle oldu ve sonra devam etti, sanki biraz kader. Çok fazla düşünmedim aslında. Sporcuydum, 16 yaşına kadar sporla ilgilendim, kafamda hep spor vardı. Bir sürü spor yapıyordum ama squash ile oldukça ilgileniyordum, futbol ve basketbol oynuyordum. 15-16 yaşlarında liseye başladığım zaman müzisyen arkadaşlarım olmaya başladı. Zaten futboldan sıkılmaya başlamıştım, orada hep bir rekabet  vardı, ama müzikte bir paylaşma olayı vardı ve ben onu gördüm. Spora sürekli zaman ayırman lazım, antrenmanlar var. Müzik başladı ve benim ortamım birden bire değişti. Müzik yapalım, çalalım, eğlenelim derken birden bire ortam değişti. Ama zaten hep müzik dinliyordum, hep seviyordum, evde sürekli müzik çalınıyordu, müzisyen yoktu evde ama  müzik hep vardı. Hep sanki sanat vardı, onun için birden bire müziğe başlamam çok garip gelmedi.  Böyle başladı ve sonra yavaş yavaş gruplara girmeye başladım ve müzisyenlik hayatım başladı. Amerika’ya gittim ve orada artık karar verdim müzisyen olmaya ve müziği daha ciddiye almaya başladım.

Müziğe ilk başladığınız zamanlarda özdeşim kurduğunuz, sizi heyecanlandıran kimler vardı?

Bir sürü insan vardı beni heyecanlandıran. Ben aslında caz ile başlamadım, daha çok rock, reggae, punk ile ilgileniyordum. Ama sonra saksafon olduğu için, yavaş yavaş başka kim saksafon çalıyor diye araştırmaya başladım, aslında aletten caza girmiş oldum. Saksafon bana hep ilginç geldi, bir konsere gittiğim zaman saksafon çalan kişileri hep çok cool bulurdum. Saksafonun sesini beğendim. Mesela grup içinde saksafon solo çaldığında çok güzel geliyordu kulağa. Birkaç grup vardı sevdiğim, onların en sevdiğim şarkılarında saksafon solo vardı (Brown Sugar). Hem müziğe hem de saksafona girişim doğal sürecinde oldu.

Bir röportajınızda diyorsunuz ki “Ben cazı anlamak için çok uğraştım”. Caz müziği gerçekten anlaşılması zor bir müzik mi? Çünkü Türkiye‘de jazz, çok geniş bir kitlede dinlenmiyor ve bizler de insanlara jazzı anlatmaya çalışıyoruz.

Aslında ben cazla büyümediğim için bana yeni bir şey gibi geldi. O dönemlerde okuduğum kitaplarda da hep cazdan bahsediliyordu ve oradan da bir merak başladı caz nedir diye. Kitaplarda geçen plakları gidip aldım, onları dinlemeye başladım. İlk başlarda hatırlıyorum, sevdim ama çok doğal gelmedi. Reggae, rock ve punktan geldiğim için çok karışık geldi, ama aynı zamanda sevdim, çünkü 14 yaşından itibaren kafamda hep New York vardı. Bir çok şeyi New  York’a bağladım. Hep New York’a gitmem gerektiğini düşündüm, bana çok maceralı geldi. Belki caz da New York’tan geliyor diye böyle bir bağlantı yaptım.

New York, Stockholm, İstanbul ne hissettiriyor size, müziğinizi nasıl etkiliyor? Yoksa hep aynı İlhan mı?

Aslında biraz aynı İlhan gibi. Ama Türkiye’de Türk müzisyenlerle çalmak tabii ki beni etkiliyor. 10 sene evvel Hüsnü Şenlendirici ile tanıştım, birlikte çalmaya başladık, o oldukça etkiledi. Sonra başka Türk müzisyenlerle çalmaya başladım. Türkiye’de hava, camiden gelen sesler, yemekler, insanlar her şey etkiliyor. Ama aynı zamanda İlhan, Brezilya’da da New York’ta da aynı. Bazen şunu hissediyorum: Ben aynıyım, grup değişik renk veriyor ve ben farklı insanlarla çalışıyorum.

O zaman İlhan dünya insanı, İstanbul’da ya da Newyork’ta o aynı müziği çalıyor ama onunla birlikte diğer müzisyenler farklılık katıyor.

Evet, renk değiştiriyor. Tabii ki biraz müziğe de bağlı. Mesela Love Trio’nun belli parçaları var, Harikalar Diyarı’nın ya da İstanbul Sessions’ın farklı repertuarı var.

Caz emprevizasyona açık bir müzik türü, cazı diğer müzik türlerinden ayıran en önemli özelliği burada, çünkü hiçbir kalıp yok. Dışarıdan bakıldığında, müzisyenlerin özgürce çaldıklarını görüyoruz. İnsan kendi içinde, iç dünyasında ne kadar kalıplardan kurtulur, ne kadar kendisini özgür hissederse, sanıyorum müziğinde de aynı özgürlüğü yaşayacaktır. Sizde de böyle mi? 

Caz öyle değil bence. Klasik caz çalanlar bir stil öğreniyorlar, belki sololarda notalar uçtuğu zaman özgür hissediyorsun ama onun dışında bir kalıp, belli bir stil çalıyorlar. Mesela popta bir şarkı yazıyorlar her konserde aynı, ama çoğu zaman cazda da öyle. Bizim istediğimiz biraz daha farklı, belli bir sistem var bizde, ama biz gün ne getiriyorsa onu çalıyoruz sanki. Mesela bugün konserde ona göre çalıyoruz, gece başka bir kulüpte çalıyorsak farklı çalıyoruz; insanlar dans ediyorsa onlara göre çalıyoruz, insanlar oturuyorsa başka türlü çalıyoruz, biraz ortamın havasına göre. Ama caz çoğu zaman öyle değil, festivalde çal, konserde çal hep aynı. Mesela Nublu nedir? Nublu işte o demek biraz. Yani ortama çalıyoruz bir anlamda.  Bence güzel olan bu, her gün değişik, her gün kalıbın dışına çıkarak farklı hissediyorsun, bazen çok yavaş hissediyorsun, bazen çok neşeli hissediyorsun. Onun için bence müzik biraz böyle olmalı, o bana ilginç geliyor.

Bu aynı zamanda sizin empati kurma yeteneğinizin bir göstergesi. Çünkü oturan insanların ruh hali başkadır, dans eden insanların ruh hali başka. Bunu anlamanız için gözlemlemeniz lazım.

Açık ve hızlı olmak lazım. Ortamı direkt anlamak lazım. Ama aynı zamanda daha da zor oluyor bunu yapmak. Seviyorsun, yaşıyorsun o ortamı. Bazen de sadece kendi  müziğini yapmak istiyorsun sadece ama amaç hep vermek sanki, hep veriyorsun.

 Sürekli vermek yorucu değil mi?

Yorucu ama benim için sanat odur, bir şey vermektir.

Almadan vermek Tanrıya mahsustur denir, siz de sürekli verdiğinizi ifade ediyorsunuz. Elinizdeki malzeme de bir insan olarak sınırlı, ne alıyorsunuz verdiklerinizin karşılığında?

Dünya hep sanki çok büyük zannediliyor, ama öyle değil, düzeltmek lazım, daha güzel yapmak lazım, insanlara bir şeyler vermek lazım. Günümüzde dünya özellikle Batı -ki Türkiye de Batıya dahil- belli bir kapitalist sisteme girdiği için sınırlı şeyler yapılıyor, bu müzik olabilir, kitap olabilir. Hep böyle pop kültüründen gelen bir şeyler var. Ben o kültürün içindeyim, ama pek de katılmıyorum ona. Ben aslında sisteme çok karşıyım, çünkü kalitenin azaldığını düşünüyorum.

Peki sisteme karşı çıkışınızda müzik bir araç mı?

Tabii müzik bu karşı çıkışta bir araç, ama ben “o adamı sevmiyor ya da bu grubu sevmiyor” değilim. Birçok müzik bizim yaptığımız müziğin tam tersi, dünya içinde değiliz sanki. Bu yüzden bir sürü şeyin yanlış olduğunu, sistemin yanlış olduğunu düşünüyorum her yerde. Herkes herkesi kandırıyor, televizyonu aç her reklam düşündüğün zaman bir kandırmaca, her reklam yalan, çoğu yalan satıyor. Dürüstlük yok ve insanları kandırıyorlar. Böyle bir sistem içerisinde biz insanlara farklı bir şeyler vermek istiyoruz, alternatif bir şeyler vermek istiyoruz. İnsanlar bunu da görsün istiyoruz. Hem jazz için öyle hem de müzik için öyle. İnsanlar başka bir renk görsün. Herkes artık karaoke kültürünü seviyor. İnsanlar konsere gidiyor ve bildiği parçaları dinlemek, söylemek istiyor ve insanlar çok monoton bir hayat yaşıyor. Onun için kendi sistemini kurmak istiyorsun ve insanlar bizim hayatımıza girmek istiyorlarsa girsinler diyorsun.

Birçok müzik türünü (jazz, pop, elektro) iç içe geçirip yani bir şey yaratıyorsunuz, o kadar çok tür var ki. Bunları bir araya getirmek oldukça zor bir iş olsa gerek.

Evet, aslında onun için bir sürü grupla oldum. Bu grup farklı bir stil, diğeri farklı bir stil. Herhalde Manhattan’da yaşadığım için, bir sürü müzik var, hakikaten bir sürü değişik değişik müziği seviyorum. Eskiden beri bu böyle. Hiçbir zaman sadece bu müziği seviyorum, sadece bu müziğe yakınım  demedim hayatımda.

Sürekli bir değişiklik, değişim arzusu mu bu?

Değişim yok da, hep bir arayış var, ama aynı zamanda her zaman her şey var. İki sene sadece bu proje, iki sene sonra sadece bir başkası değil. Hele şimdi bir sürü yeni plaklar yaptım ve hepsini aynı anda yaptım. Wonderland biraz daha Roman hava, İstanbul Sessions biraz daha jazz rock gibi, Wax Poetic biraz daha pop oldu, Love Trio’da başka bir şey var.

İlk albümlerinize baktığımız zaman daha bir tek düze, daha jazz havası vardı, ama zaman geçtikçe bugüne yaklaştıkça o çerçeve giderek genişliyor, hep farklı şeyler işin içine girmeye başlıyor ve müziğiniz giderek zenginleşmeye başlıyor.

Hayat zenginleşiyor. Bunun bir sebebi çok gezmem olabilir. Bir süre buradayım, sonra Amerika, Güney Amerika. Herhalde düşünmeden böyle kendi içimden, yemeklerden, insanlardan yeni renkler geliyor.

Sadece İstanbul’da ya da sadece New York’ta yaşıyor olsaydınız nasıl olurdu?

Evet, o zaman biraz değişirdi durum. Ama ben paylaşmayı çok sevdiğim için böyle. Sadece benim müziğimmiş gibi görünüyor, ama aslında öyle değil. Ben bir fikir ortaya atıyorum, ama Arto, Kenny ve Jessy ile bir sürü şey paylaşıyoruz ve ortaya yeni bir şey çıkıyor. O paylaştığımız şey çok önemli.

Peki Anadolu’daki, Türkiye’deki kültürü, iklimi  jazzla nasıl ilişkilendirirsiniz? Sizce burada jazz müziği için doğru, güzel bir iklim var mı?

Var bence. Daha önce söylediğim gibi caz çok büyük bir kelime, caz 100 senelik bir müzik. Ama bence caz çok doğal bir şey. Burada Rumi, Mevlevi müzikte cazla ilgili bir şeyler var. İnsana o kadar garip gelmiyor aslında. Pop dünyasına doğdunsa, oradan caza geçtiğin zaman daha değişik oluyor. Ama Sufi müzikten, Roman müzikten geçtiğinde, onlar zaten caz aslında. Aşık Veysel de caz, blues gibi bir şey , çok farklı değil aslında. İfade etmek istediği, verdiği şey açısından çok açık, hesaplı değil, söylediği şekilde her şey. Bazı müzisyen arkadaşlarım Ermeni, bazıları Doğu’dan, Trakya’dan, her yerden, yani Türkiye öyle bir yer ki herkes her yerden bir araya geliyor. Herkes aslında çok açık kafalı Türkiye’de. Onun için zaten İstanbul’u çok sevdim. Sadece İstanbul değil, güneye de doğuya da gittiğinde orada düğünlerde müziği görüyorsun, müzik çok hesaplı bir şey değil, uzun havalar her yerde var, davullar, zurnalar var ve adamlar çalıyorlar.

Acaba İlhan Erşahin 56 yaşında, 66 yaşında kendini nerede görüyor, bir hayali var mı? Yoksa sadece anı mı yaşıyor?

Anı yaşıyor.

Gelecekle çok fazla ilgilenmiyor mu?

Yok, çok fazla ilgilenmiyorum.

Kimisinin kafasında planları, hedefleri, ulaşmak istedikleri noktalar vardır ve kendini ona kilitler.

Hem Nublu var hem gruplar var. Her zaman bir üste daha çıkmaya çalışıyorum, hem müzik olarak hem ses olarak hem de kafa olarak. Biraz daha ilerleyelim, biraz daha ileri gidelim, yükseltelim. Yükselmek demek şu aslında: Daha zeki oluyorsun, beyni genişletiyorsun, dünyan genişliyor ve sen genişliyorsun.

İlhan Erşahin bize yaratıcılığın peşinde koşan, sınırlamalardan, kıyaslamalardan hoşlanmayan, maceraperest bir müzisyen izlenimi veriyor. Yanılıyor muyuz? 

Bence asıl sanat odur. Hep yeni bir renk bulmak lazım. Hep mavi, yeşil değil de daha farklı renkler olmalı. Sanki geliştirmek lazım bunu. Macera yoksa sanat yok.

Müziğinizdeki bu sürekli değişim arzusu, müzik dışındaki hayatınıza nasıl yansıyor?

Her şey iç içe giriyor aslında. Özel hayat ya da sanat hayatı diye ayrı ayrı değil, bence her şey iç içe. Benim hayatımda her zaman her şey vardır. Anda olmak, şimdiyi yaşamak lazım, çünkü yaşanan an şu an. Dünü ya da yarını düşünmek bana sıkıcı geliyor. Önemli olan anı yaşamak.

Bestelerinizi yaparken hâkim olan bir duygu var mı? 

Ben sanki biraz ortadayım. Çok tavan ya da çok dip olmuyorum. Bence benim hayatımda her zaman her şey vardır. Bazı şeyler için çok da düşünmüyorum. Aktif müzik hayatım başlamadan önce mesela bir müzik koyuyordum, bir kalem kâğıt alıyordum elime, çiziyordum bir şeyler. O müzik bana çizerken ne verdi diye düşünmüşümdür. O hep aklımda kaldı. Bazen bir plak duyuyorsun bir fikir geliyor, bazen müzik çalıyoruz sahnede tam o zaman fikir geliyor. Ama genelde sabahları kalktığın zaman piyanonun önünde oturuyorsun bir şey basıyorsun, o başka bir şey oluyor. Ondan sonra genelde bu hangi duygu olabilir diye düşünüyorsun. İşte bu İstanbul Sessions için olabilir ya da diğer grup için olabilir diyorsun. Bir sürü grup olduğu için hayatım da öyle oldu. Birçok müzisyenle çaldığım ve herkesle aynı şeyi çalmak istemediğim, herkes birbirinden farklı çaldığı için böyle olmak durumunda. Bazı parçalar gerçekten de İstanbul Sessions için oluyor, bazıları ise bu grup için oluyor, bazen öyle bir parça oluyor ki bu tam Wax Poetic için diyorum. Beste yapmak için kendimi çok zorlamıyorum. Bazen üç ay hiçbir şey yazmıyorum. Bazen de piyanonun başında oturuyorum ve bir hafta içinde on tane fikir geliyor, bazen bir gün içinde üç fikir geliyor aklıma. Ama hep içimden hissetmeye çalışıyorum. Annem bir gün bana şunu söylemişti: “Herkesin her ay 2 günü vardır, yaratıcılık günleri”. İşte o günleri bulmaya çalışıyorum. Bugün hakikaten evde oturayım, çayımı içeyim bütün gün müzik yazayım istiyorum. O günleri hissetmek ve kaçırmamak lazım. Bazı günlerse stres var, telefon üzerine telefon konuşması mesela, o zaman hadi oturayım müzik yazayım diyemiyorsunuz, zor oluyor. Onu gerçekten hissetmeniz gerekiyor. Vücudun sana ne söylüyor bunu da dinlemen, yani kendini dinlemen lazım.

Şimdi yaptığım şey daha yükseğe çıkmaya çalışmak. Nublu ya da İstanbul ya da Brezilya’da jazz festivalinde çalmak, sadece kendimi düşünmeyip herkesi düşünmek, bu anlamda sorumluluk hissediyorum. Nublu içki satayım, para kazanayım diye kurulmadı. Bir yer olsun herkes gelsin, çalsın, paylaşsın, yani beraber yükseltelim diye var.

Yani ticarî bir kaygı değil, paylaşım ön planda. 

Zaten parayı ne yapacaksın ki, bir şekilde yaşıyoruz, yiyoruz, uyuyoruz. Ticaret için açtığın zaman farklı bir tablo oluyor.

Bu keyifli röportaj için çok teşekkür ediyoruz.

Okunma 4680 defa Son Düzenlenme Son Düzenlenme Temmuz 22 2015
Submit to DeliciousSubmit to DiggSubmit to FacebookSubmit to Google PlusSubmit to StumbleuponSubmit to TechnoratiSubmit to TwitterSubmit to LinkedIn

Yorum Ekle

Gerekli olan (*) işaretli alanlara gerekli bilgileri girdiğinizden emin olun. HTML kod izni yoktur.

İletişim

E-mail:  bilgi@saksafonname.com