Bu sayfayı yazdır

Ferit Odman ile Söyleşi

"Benim zaten müzik yapmaktaki amacım çok sevdiğim müzikleri, beni takip eden insanları bir şekilde yansıtmak. Aslından bir yerde iyilik, güzellik ve sevdiğim işlerin yayılmasına aracı olmaya çalışıyorum."

Ferit Odman Türkiye’nin en önemli caz davulcularından, Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümü mezunu. Onu uzun yıllar çaldığı Kerem Görsev Trio’dan da tanıyabiliriz.

Davul çalmaya nasıl başladınız? Başka bir müzik aleti çalmayı düşündünüz mü hiç?

10-11 yaşlarımda elim ayağım hiç durmuyordu. Çok doğal gelişti aslında, içimde hep o bir şeylere vurma hissi vardı. 11 yaşımda Bursa’da bir davul stüdyosunda dersler almaya başladım. Daha sonra lisemin müzik grubunda çalmaya başladım. Başka bir müzik aleti çalmayı hiç denemedim, düşünmedim de. Davula başladım ve öyle devam etti. Sanki zaten öyle olması gerekiyor gibi geldi.

Caz gibi Türkiye’de popüler müziğe göre dinleyicisi az olan bir türü seçmeniz cesaret işi aslında. Küçük yaşta nasıl böyle bir yol çizmeye karar verdiniz?

Ben 13 yaşımda profesyonel müzisyen olacağımı biliyordum, kendimden emindim. Küçüklüğümden beri hep caz dinlenen bir evde büyüdüm. Bu da otomatik olarak caz müzisyeni olmamı sağladı. Caz dışında hiçbir müziğe bulaşmadım. Davul çalmaya başladıktan sonra caza yönelmem de çok doğal oldu. Yani her şey çok doğal gelişti. Müzik hayatımda zorlama hiçbir şey yok. İstemeyerek çaldığım hiçbir müzik olmadı.

Bazı Jazz Clublar ve Jazz Festivalleri’yle de şekillenen Türkiye’nin  bir caz seyircisi var. Siz Türkiye’nin caz seyircisini nasıl yorumluyorsunuz?

Bence Türkiye’de caz seyircisi bu müziği daha keşfediyor. Böyle söylediğim için yanlış anlaşılmak istemem ama çok bilinçli bir seyirci olduğuna inanmıyorum ama çok istekli, öğrenmeye çok hevesli ve gerçekten sadık bir izleyicimiz var bizim. Bir kere caz dinlemeye başlayan insan hep caz dinliyor, bu müzikten kopamıyor onu çok iyi biliyorum. Özellikle genç kuşak bu müziği keşfe çok açık. Avrupa’da kulüplere gittiğimizde yaş ortalaması 50-60’tır. Buradaki kulüplere gittiğimizde daha çok 30’lu yaşlardaki insan grubuna denk geliyorsunuz. Aslında Türkiye’de daha çok önem verilmesi gereken bir müzik buna rağmen çok az kulüp var. Festivallere tabi ki çok büyük bir ilgi var ama sadece festivallere gidip kulüplere gitmeyen büyük bir kitle var ama benim istediğim çoğu festival seyircisinin de kulüplerde bu müziği dinlemesi.

Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümü mezunu olduğunuzu biliyoruz. Peki üniversite yıllarınızın nasıl geçtiğini ve bu yıllara dair unutamadığınız şeyleri anlatabilir misiniz?

Biz Kuştepe kampüsündeydik ve bütün üniversite hayatımız orada geçti. Bizim bölüme girdiğimiz zaman bütün o davul stüdyoları ve piyanoların etkisiyle bir anda çok farklı bir dünyanın içine giriyorduk. Okula yakın yerlerde ev bakmıştım ve bütün hayatım o çevrede geçti diyebilirim. Kuştepe aslında kurtarılmış bölge gibi bir yer. O yüzden çok fazla kampüs hayatı düşüncesine giremedim. Sonra yüksek lisans için gittiğim Amerika’daki üniversitede kampüs hayatının farkını gördüm. Ama Bilgi’de bir sürü davul çalışma odalarımız, ortak çalışma odalarımız ve Amerika’dan çok değerli hocalarımız (Ricky Ford, Donovan Mixon gibi) vardı. Bu bizim için büyük bir nimetti. Aynı zamanda Aydın Esen, Can Kozlu, Selen Gülün, Cengiz Baysal gibi çok değerli hocalar vardı. Hepsinden gerçekten çok fazla faydalandık. Ben üniversiteye girdikten bir yıl sonra Nardis Jazz Club açıldı. Bilgi’de öğrendiğimiz şeyleri bu kulüpte oldukça pekiştirme şansımız oldu.

Üniversite hayatı deyince sizin döneminizde öğretmenlik yapan aynı zamanda röportajlarınızda da çoğunlukla bahsettiğiniz Can Kozlu’yu veya onunla ilgili ilginç bir anınızı anlatır mısınız?

Can Kozlu’nun çok kısa bir hikayesi var. Davulcu olmayanlar için belki anlamsız olacak ama beş altı davulcu Can Kozlu’nun workshop’una katılıyorduk. Can Abi bir kere zile vurmuştu, beşimiz birden sıçramıştık yerimizden. Böyle bir ses o zilden nasıl çıkar diye. Tek vuruşuyla oradaki beş tane davul öğrencisini etkileyebilecek nitelikte biridir Can Kozlu. Çoğu müzisyende olmayan bir entelektüel birikime sahip biridir. Onunla davul dersleri yaptığım için çok şanslıyım keza işin teknik kısmında Cengiz Baysal da çok iyidir.

Peki Nardis Jazz Club’da çalmaya başlama süreciniz ve oradaki zamanlarınızdan biraz bahseder misiniz?

Nardis’ten önce ben Q Jazz Bar’da çalıyordum. Müzik sahnesinde yavaş yavaş isminiz duyulur “genç bir davulcu çocuk şöyle çalıyor” diye. Daha sonra okuldaki hocam Donovan Mixen beni grubuna almıştı. 2002 senesinde Nardis’te iki ayrı grupla çalmaya başladım. Hep söylerim: Orası benim ikinci evim gibi oldu.

Amerika’da da bir yüksek lisans hikayeniz var. Türkiye’nin yüksek lisanlı tek davulcususunuz. Oradaki eğitimi nasıl anlatırdınız?

Bilgi’ye girmeden önce yazın kendi biriktirdiğim parayla Amerika’da iki aylık bir workshop’a gittim ve oradaki caz sahnesine aşık oldum. Sonra tekrar buraya gelip yüksek lisans yapmam gerekiyor diye düşündüm. Ondan sonra Full Bright bursuna başvurdum ve kazandım. Sırf bizim müzik binası Kuştepe Kampüsü kadardı. Böyle söyleyebilirim. Amerika’daki kampüs hayatı çok farklı bir deneyimdi. Caz eğitimi söz konusu olunca Amerika gerçekten çok iyi. Benim gittiğim okul dünyadaki en uzun caz konser serisini yapan okuldu. İstanbul’dakinden çok farklı, refah seviyesi çok daha yüksek bir hayattı.

Siz bir müzisyen olarak zaman buldukça müzik dinlemeye nerelere gidersiniz?

Caz konserlerinin olduğu her yeri severek takip ediyorum. İstanbul’da Nardis, Salon İKSV, Babylon Bomonti gibi yerlere gidiyorum. Ayrıca Cemal Reşit Rey’de de çok güzel konserler oluyor. Eskiden ne güzel Q Jazz Bar, Gramafon vardı. Onların hepsi kapandı. Bütün caz festivallerini takip ediyorum. Çalmadığım sürece beni bütün caz etkinliklerinde görebilirsiniz.

Üçüncü albümünüz Dameronia çıkıyor. Albüm neden Tadd Dameron’la alakalı? Biraz yeni albümden bahseder misiniz?

Aslında benim uzun zamandır aklımdaydı bu düşünce. Tadd Dameron en sevdiğim besteci ve piyanistlerdendir. Gerçekten dünyaya çok değerli eserler bırakmış ve açıkçası unutulmaya yüz tutmuş müzisyenlerden biri ama unutulmaması lazım. Benim zaten müzik yapmaktaki amacım çok sevdiğim müzikleri, beni takip eden insanları bir şekilde yansıtmak. Aslından bir yerde iyilik, güzellik ve sevdiğim işlerin yayılmasına aracı olmaya çalışıyorum. Bu albümde de öyle oldu. Sanki bir güç bana her şeyi yaptırdı gibi. Kendimi bir piyon gibi hissettim açıkçası. 2014’ün Ağustos ayında albümle ilgili her şeyi kafamda bitirmiştim. Sadece aranjmanlar için David O’Rourke ile birlikte çalışmaya başladık. Bir yıl sonra yine Ağustos’ta analog bir kayıt yaptık. Bu benim için çok önemliydi ve gerçekten Tadd Dameron’a yakışır bir albüm oldu.

İlk albümünüz olan Nommo heyecan ve enerji barındırırken, Autumn in New York biraz daha melankolik. Peki ya yeni albüm?

Onu dinleyici değerlendirse daha iyi olur galiba. Şöyle oldu gibi bir şey diyemiyorum ama bu albümde kesinlikle Tadd Dameron’a olan aşkım var. Duygu olarak güzel bir dengesi olan ve güzel melodiler bulunduran bir albüm oldu.

Son olarak albüm dışında gelecek projeleriniz arasında neler var? Konser var mı?

Şimdilik benim için büyük bir değişiklik, TRT Hafif Müzik ve Caz Orkestrası’nda tam zamanlı olarak çalışmaya başladım. 2008’den beri dışarıdan sanatçı olarak orkestrayı ayakta tutmaya çalışıyorduk. Şimdi TRT kurumunun da sayesinde bu orkestra tamamen ayakta duracak şekle getirildi. Şimdiki en büyük projem o orkestranın iyi işler yapması. Kerem Görsev ile yeni Four Days adlı albümümüz çıktı. Kerem Görsev’le olan konserlerimiz zaten devam ediyor. Bu tempoda zaten başka bir şeye pek zaman kalmıyor.

Okunma 4894 defa Son Düzenlenme Son Düzenlenme Aralık 04 2015
Submit to DeliciousSubmit to DiggSubmit to FacebookSubmit to Google PlusSubmit to StumbleuponSubmit to TechnoratiSubmit to TwitterSubmit to LinkedIn